29 Ekim 2012 Pazartesi

"Osmanlı Hoşgörüsü"nden: Sufiler ve ahiler


Anadolu'da erken dönem boyunca Sufi tarikatla Ahi teşkilatı kuvvetli bir şekilde birbirine bağlıydı. Zanaatkar Loncaları olarak bilinen bu teşkilat, ağırlıklı olarak esnaflar tarafından oluşturuluyordu. Anadolu toplumunda gerçekleştirilen sosyal ve kültürel roller, Sufi dervişler tarafından sergilenen rollere benzerdi, fakat yaşam tarzları bakımından lonca (futuvva) teşkilatının geleneğinin alışkanlıkları ve davranışları ile yakın ilişkiliydi. Diğer bir deyişle, korumak ve desteklemeye istekli oldukları bir şövalye toplumu yaratmaya çalıştılar. Yoldan geçenleri ve muhtaçları tam bir coşku ve mutlulukla ağırladıkları kendi zaviyeleri vardı. İnsanları tedavi ederken, ırkları, inançları veya dinlerini dikkate almadılar. Erken dönem Osmanlı Hükümdarlarının Ahi teşkilatını teşvik etmesi ve desteklemesi bu bağlamda açıklayıcıdır. Nitekim, Ahi teşkilatı Osmanlı Devleti'nde sosyal bağların sağlamlaşmasında çok önemli bir rol oynadı ve bu da siyasi istikrara dönüştü. Orhan özellikle hoşgörünün yayılması ve devleti desteklemede her iki grubun da önemli rolü olduğunun farkında olarak, Sufi tarikatlarına yaptığı gibi Ahilik teşkilatına da özel ihtimam göstermiş ve desteklemişti. Ahi teşkilatlarının faaliyetlerini finanse etmek için vakıflar tayin etmişti.

İslam'ın gerçek hoşgörü ruhunun yayılmasında Ulema'nın rolü son derece önemlidir. Devlet tarafından desteklenen ve koruma altına alınan Sufi zaviyelerinin ve Ahi loncalarının hoşgörünün yayılmasında önemli payı vardı. Ayrıca, Sufi ve Ahi kuruluşları, kültürel çeşitliliğin ve sosyal uyumun yaratılmasına da katkı sağlamıştır. Bu faktörler, farklı kültürlerden, ırklardan ve dinlerden insanlar arasında yapılan evliliklerle de desteklendi. Büyük çoğunluğu Hanefi mezhebinden gelen Osmanlı şeriat yasaları, değişen zamana, farklı yerlere ve koşullara göre uyarlandı. Gerçekten de tüm bu faktörler, bu dönemde olağanüstü bir hoşgörü ve kültürel çeşitliliğe model oluşturmak için birleşmişti.

Dr. Abdel-Rahman Ahmed Salem
(Osmanlı Hoşgörüsü, Timaş Yayınları,
İstanbul, 2012, Bölüm İki, sf. 67-68-72.)

Lâle Devri ve Türkiye


(III.Ahmed'in yeniçerilere altın atmasını konu alan minyatür, Levnî, Surnâme-i Vehbî)

1730 yılında 1 Ekim günü padişah III. Ahmed uzun saltanatından sonra tahttan indirildi. Daha önce Edirne Vakası dediğimiz ayaklanma ile tahtından olan II. Mustafa’nın ana bir (Gülnuş Emetullah Sultan), baba bir kardeşidir. Babaları IV. Mehmed de (Avcı) onlar gibi tahttan indirilmişti. II. Viyana bozgununu izleyen yıllar birkaç padişahı tahtından etti ve Topkapı Sarayı’nın Harem girişindeki şemşirlik denen tahtsız hünkar hapishanesine misafir oldular. Lâle Devri’nin mimarı ünlü reformcu ve Babıâli diktatörü diyebileceğimiz Nevşehirli Damad İbrahim Paşa bir zaman önce padişah tarafından Patrona Halil’in azgın isyancılarına teslim edilmişti. Sokak kalabalığının kini söndürülemiyordu. Şair Nedim’i bile hedef gösterdiler. Soylu bir aileden gelen ve medrese tahsilli, Türk edebî dilini İstanbul halkının diliyle birleştiren ünlü şairimiz damlardan kaçarken düşüp öldü.

18. asır başındaki Osmanlı medeniyetinin sokak kitleleri tarafından tahribi bir faciadır
Bizim okul tarihlerinde Lâle Devri çok karalanarak anlatılmaz ama tam rengi de verilmez. Lâle soğanının çok para ettiği, zevk-ü sefanın arttığı, mimaride bazı yeniliklere gidildiği belirtilir. Bu bölümün kavramsal bütünlüğü dışında itfaiyenin kurulması, orduda ıslahat ve mühendishaneler açılması gibi hareketlerle birlikte matbaadan da bahsedilir. Hiç şüphesiz ki tarih sadece tarihi gerçek dediğimiz olayların ve belgelerinin tesbiti değildir. Ön planda onların birleştirilerek yorumlanması ve çizilmesidir. Lâle Devri eksik çizimdir ve hatta yanlıştır. Lâle soğanını yeni melez türlerle geliştirildiği, korkunç pahalı yeni türlerin elde edildiği doğrudur. Bu sırf İstanbul’a ait bir olay değildir. Hollanda bunu çok daha önceden, daha büyük kumara varan yüksek meblağlarla yaşamıştır. Öte yandan lâle yetiştirmek mahalle kasabından devrin parlak alimine kadar bütün Türklerin ortak uğraşısıydı; İstanbul bahçe kültürüne girmişti.

Matbaanın yanında Avrupa barok mimarisinden ve bizim teknikçe önümüzde olan İran resim sanatından gelen etkilerden pek söz edilmez. Dahası Profesör İnalcık’ın UNESCO dizisinden çıkan Dimitri Kantemir kitabı önsözüne kadar İstanbul’da Batı’ya ve Doğu’ya açılan yeni Osmanlı aydın elitinden söz edilmediği de açıktır. Galata kadısı Mehmed Esad Efendi ki aslen Giritli’dir, Rumca bilirdi, Yunanlılarda bile görülmeyen bir gayretle Latince’yi sevip öğrenmiştir. Ve İbrahim Müteferrika matbaasına musahhih (redaktör) olarak girmiştir. Nefioğlu diye bir Müslüman Türk münevver Latince bilmektedir. İstanbul’daki Dimitri Kantemir ve Fenerli Mavrokordato kardeşlerle adeta kardeş gibidir. Antoine Galland, Hezarfen Hüseyin Efendi’nin Latince-Yunanca bilgisi ve umumi tarih araştırmasından hayranlıkla söz ediyor.

Osmanlı tarihçilerinin barok devir diye adlandırdıkları bu dönemde Türkiye Batı’nın matematik, mühendislik, tıp ve veterinerliğini öğrendi. Hepsi Batı tesiri değildir. İnsanların kendileri bu işi merak ediyorlardı. Katip Çelebi gibi her şeyi bilen bir büyük leksikograf-bibliyograf bu dönemin girişidir. 18. asır başındaki Osmanlı medeniyetinin sokak kitleleri tarafından tahribi bir faciadır ama durmayan bir değişimdir. Kurulu Osmanlı düzeni yolundan ayrılmayacağını yeni padişah I. Mahmud’un gizli emriyle o gün saraydaki bir toplantıda bütün Patrona takımını kılıçtan geçirerek gösterdi.

Hiç şüphesiz ki bu devir 1711 Prut Zaferi ve 1718’deki Pasarofça Antlaşması’yla başlayan bir sulh döneminin eseridir ve Osmanlı çağdaşlaşma asrı sonradan tarihçi Ahmet Refik’in koyduğu bir isimle Lâle Devri diye anılmaktaysa da kendi başına zamanda sınırlı bir olgu değildir.

İlber Ortaylı
(Milliyet, 30.09.2012)